Sakatlıklar ve Performansa Geri Dönüş: Bir DJ’in Hikayesi
- Gorkem Bilenoglu
- 3 Oca 2024
- 8 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 10 Şub 2024
Sakatlıklar birçok sporcunun hayatında dönüm noktası olarak hatırladığı zamanlardan oluyor genellikle. Sakatlığın direkt olarak fiziksel dünyayı değiştiren, günlük hayata sert bir şekilde etki eden yanı yadsınamaz, ama bir yandan da sakatlık süreçleri, bu yapısı gereği sporcuyu kendini daha yakından tanımaya zorlayan ve sorumluluk almasını gerektiren süreçler. Bazen bir sezonu kapatan, bazen de komple kariyeri tehlikeye sokan sakatlıklar da var ki, spot ışıkları sporcunun üstünden çekiliyor ve bambaşka bir mücadele başlıyor, zaman zaman sahadakinden de zorlu bir mücadele. Bu mücadeleyi verip vermemekle ilgili aldığı karar, süreçte zorlandığı noktalara bakış açısı, disiplini, ve süreçteki yaratıcılığı hem sporcu olarak kendini nasıl konumlandırdığını hem de spor dışındaki hayatına nasıl baktığını dönüştürecek bir güce sahip. Sakatlıklar spor ve performansın su altında kalan kısmı bence, her zaman görünürde olmasa da orada olduğunu göz ardı etmeye gelmeyecek kadar büyük bir gerçeklik. Olay tabii ki her an olası bir sakatlığı düşünerek kendini spordan zevk bile alamayacak bir noktaya getirmek değil, ama beklenmedik derecede iyi bir rakip, içinden çıkmakta zorlanılan bir performans platosu ya da uzun zamandır beklenen bir başarı nasıl rekabetçi sporun iniş çıkışlarıysa, sakatlık da limtilerini test eden her sporcu için bu yolun bir parçası.
Bu bahsettiklerim sakatlıklara biraz daha birey üzerinde bir bakış. Bu da nereden geliyor? Spor psikolojisi literatüründe de, yıllardır süregelen bilişsel davranışçı bir ekol var. Bu ekol sporcuların sakatlığı nasıl algıladığı ve rehabilitasyon sürecinde nasıl tepkiler verdiği üzerine yoğunlaşıyor. Pratikte bir sakatlık süreci yönetilirken sporcuya gerçekten faydalı oluyor bu yaklaşım, belki sakatlıkla ilgili kurduğu, ona o anda fayda sağlamayacak bazı düşünsel süreçleri modifiye etmesini sağlıyor. Ve ben de kendi çalışmalarımda bilişsel davranışçı ekolün sunduğu bazı teknikleri kullanıyorum. Ama görece yeni yeni tartışılmaya başlanan bir konu da, ki kesinlikle katılıyorum, bu yaklaşımın sakatlığın oluşması ve sakatlığa verilen tepkiyle ilgili sporcuya adaletli olanın çok üstünde bir sorumluluk yüklemesi ve sosyal çevrenin rolünün biraz gör ardı edilmesi.
Anlatıların hayatımıza etki ediş biçimlerinden geçen bölüm de bahsetmiştim. Her ne kadar kendi hikayemizi yazıyor da olsak, çevremizdeki baskın hikayelerden etkilenmeden bunu yapmamız mümkün değil. Bu yüzden de, performans çevrelerinde, dinlemeye alışık olduğumuz hikayelerin, bize ne anlattığı belirleyici oluyor. Spor endüstrisinin bile, bu kadar hızlı ve tüketim odaklı olduğu bir zamanda, baskıyı yöneterek iyi performans vermekten daha zor olan tek bir şey varsa bence o da durmak. Hareket halinde olduğunuz sürece çevrenizdeki bazı şeyleri görmezden gelmek daha kolaydır, iç sesi susturmak ya da hareketi, şimdiye kadar böyle süregeldiği için sorgulamadan devam ettirmek daha kolaydır. Üstelik dayanıklılığınız için de takdir görürsünüz ve öyle ya da böyle duranlar birer hayal kırıklığı hikayesi olarak kulağınıza gelir. Böyle bir sistemde sakatlığını gizleyerek bir maç daha fazla oynamak isteyen altyapı oyuncularını gördüğünüzde, ya da mecbur kalmadıkça yıllık iznini kullanmak istemeyen beyaz yakalıları duyduğunuzda artık şaşırmazsınız çünkü daha bilinçaltı bir seviyede durmanın kötü bir şey olduğunu öğrenmişsinizdir. Sakatlıkların en can alıcı noktası da şu bence: çoğunlukla performansın iyiye gittiği, üst sınırların ufak ufak yukarı taşındığı ve sporcunun bir ritim yakaladığı zamanlarda ortaya çıkarlar. Çevresindeki hareket bir an için yavaşlar gibi olsa da, geri kalan her şey kaldığı yerden devam eder ve sakatlanan sporcu durur. Bir anda, şimdiye kadar durmakla ilgili öğrendiklerini artık unutmalıdır. Artık hep söylendiği gibi anda kalmamalı, bir yandan sakatlık anıyla ilgili pişmanlığını yaşamalı, bir yandan da önündeki süreci hiç yaşanmamış saymayı iple çektiği o sahaya ilk dönüş anına özlem duymalıdır. Çünkü şimdiye kadar sakatlanmış ve performansa dönmüş kahraman sporculardan, bu dönemin bir şekilde atlatılması hariç pek de bir şey duymamıştır.
Geçen bölüm bahsetmiştim, bazı makalelerin giriş kısmından hissediyorum ne kadar sıkılacağımı ve genelde de sonu gelmiyor. Sonunda pes edip nasıl çıkarımlar yapmışlar diye bi göz ucuyla bakıyorum yalandan ve genelde ertesi gün sorsanız hatırlayamayacak kadar kalıcı oluyor ancak. Bugüne konu olan çalışma bunların tam olarak zıttı. Çalışmanın iki yazarından biri yüksek lisansta hocam aynı zamanda da tez danışmanım olan Ross Wadey. Psikolojiye ve akademiye bakış açısından ben çok etkilenmiştim ve “vay be sosyal bilim böyle de bir şeymiş” dedirtmişti bana. O gazla bir ara doktora yapma fikri de sıcak gelmeye başlamıştı bana ama sonradan daha çok alanda olmak, daha çok insan ve hikayeyle temas etmek istedim ve çok da yemedi açıkçası bu kadar uzun bir yola çıkmaya. Neyse, makaleye dönersek, içeriği ve işleniş tarzı olarak çok yaratıcı buldum, ve bu bölüm için tekrar okurken bir kez daha emin oldum, harbiden süper bir çalışma. Makale profesyonel bir DJ’in yaşadığı hamstring sakatlığı ve sonrasında içinden geçtiği süreçleri anlatıyor. Bu süreci sadece Melissa’dan değil, birlikte çalıştığı fizyoterapist, spor psikoloğu, ve klinik psikologdan da dinliyoruz. Hikayesi de şöyle…
Melissa 37 yaşında, Manchester’da mobilyasız stüdyo dairesinde yaşayan profesyonel bir DJ. Tam anlamıyla müzik yiyor, müzik içiyor ve müzikle nefes alıp veriyor. Müziğe olan bu aşkı, babası ona 13. doğum günü için 78lik bir plak verdiğinde başlamış ve hala babasının kucağında, üzerinde battaniye ile müzik dinlediği zamanları yüzünde bir tebessümle hatırlıyor. Babasını 19 yaşında kaybettiğinde acısını kimseyle paylaşamasa da, teselliyi yine müzikte buluyor ve 20 yaşındayken profesyonel bir DJ olacağının kararını veriyor. Her hikayede olduğu gibi inişleri ve çıkışları olsa da Melissa hızlı bir şekilde başarıyı yakalıyor ve dünyanın farklı uçlarında, simge olmuş yerlerde çalarken buluyor kendini. Uluslararası bir başarı hikayesi olarak gazetelere çıkmış, çevresinde ünlüler, cebinde de parası olan bir insan artık. Başardı yani. Bu yoğun tempoda çoğunlukla gündüzleri uyuyor ve geceleri çalıyor. Hayat böyleyken de arkadaşları, ailesi, hobileri gibi şeylere ayıracak bir zamanı ya da enerjisi kalmıyor.
Onu diğer DJ'lerden ayıran şey, 8 saate kadar süren setleri boyunca dinleyiciyle birlikte dans etmesi, bazı setleri art arda iki maraton koşmaya benzetiyor. Her ne kadar, toplumun gözündeki feminen vücut algısına uymasa da, güçlü vücuduyla, belirgin kaslarıyla gurur duruyor ve kendini durmak bilmeyen bir makine gibi hissettiğini söylüyor. Ama makineler bile zaman zaman tekler, hele de olması gerektiği gibi bakılmıyorsa…Bir konser sonrası hamstringinde bir çekme hissediyor, ama ciddi bir şey değil, biraz vodka ve birkaç ağrı kesiciden daha yüksek bir faturası çıkmaz. Bir sonraki konserde ise acısı artarak geri dönüyor, hatta sonraki konserini iptal etmek zorunda kalıyor. Hem başka insanları, hem de kendini yarı yolda bıraktığı için çok kötü hissediyor. Annesini arayıp, onu doktora götürmesini istiyor. Hamstringinde yıpranma ve yorgunluğa bağlı 2. derece bir yırtık olduğunu öğreniyor. Doktoru en azından 8 hafta dinlenmesi gerektiğini söylüyor. Melissa bu durumda kendini teselli edecek hiçbir şey bulamıyor ve doktorun odasında ağlamaya başlıyor.
Ding
Burada hikayeye bir virgül koymak istiyorum. Sakatlık süreçlerini, süresinden, ve fiziksel iyileşme kısmından bağımsız bir şekilde zorlaştıran bir etken de kişinin oluşturduğu anlatıda yaşanan kırılmalar oluyor. Uzun bir süredir Melissa’nın gerçeği, sahnedeyken, komutlarına koşulsuz uyabilen bir makine olduğu için gurur duyduğu vücudu. Kimliğinin, hikayesinin, ve günlük yaşamının büyük bir parçası, bu vücudun fiziksel sınırlarını zorlamak üzerine kurulu. Evet, hayatında fedakarlık yapmak zorunda olduğu şeyler var: ailesi ve arkadaşlarıyla zaman geçirmek, hobiler ya da gündüzleri uyumak yerine gittiği şehirleri görebilmek gibi. Ama yaptığı işteki başarısı, ve kendini yüzde yüz vererek, bu yoğun tempoyu kaldırabiliyor olması, bu fedakarlıkların karşılığını, tatmin ve takdirle almasını sağlıyor. Bu da, tekrardan performansla arasındaki bağı güçlendiriyor. Sakatlık süreçlerindeki zorluk da burada, performans istem dışı ve bilinmez bir süre için, getirdiği bütün artılarla beraber, artık ulaşılamaz durumda. Hayatın arka planına atılan diğer bölümleri, oldukları konuma zamanla yerleşirken, yavaş yavaş onların yerini alan performans, sakatlıkla bıçak gibi kesiliyor ve denklemden çıkıyor. Elde kalan da bir boşluk duygusu, hayal kırıklığı ve bazen de öfke: Ben neden bu sakatlığı yaşıyorum? Hikayeye geri dönelim.
Melissa iyileşme süreci boyunca, bir fizyoterapistle çalışıyor. Hamstringindeki acı ve ödem zamanla büyük ölçüde azalsa da, tedavi sona yaklaştıkça, ortaya başka sorunlar çıkmaya başlıyor. Dönüş tarihi yaklaştıkça daha da sabırsızlanıyor ve fizyoterapistinden gizlice, egzersizleri yapması gerekenden çok yaparak iyileşme sürecine zarar veriyor. Neden olduğunu bilmese de, kendini, konserlere dönmeye üç hafta önce hissettiğinden daha az hazır hissediyor ve korkuyor. Ya bir konsere çıkıp sonunu getiremezsem? Ya sakatlık tekrar ederse ve bir daha eskisi gibi konserler veremezsem? Eğer bir DJ olamazsam kim olurum? Bu sorular fizyoterapistinin yardım edebileceğinin alanın dışında, onun da tavsiyesiyle Melissa bir spor psikoloğuyla görüşmeyi kabul ediyor. Psikoloğuyla ilk etapta odaklandıkları alanlar: yeniden sakatlanma fikrinin yarattığı kaygı ve rehabilitasyon sürecinde olması gerekenden fazla yapılan egzersizler.
Spor psikoloğunun ilk tutumu, bazı mental teknikler kullanarak, Melissa’nın kaygısını ve rehabilitasyon disiplinini kontrol altına almak üzerine oluyor. Zihinde canlandırma, nefes egzersizleri ve hedef belirleme gibi temel teknikler, daha önce çalıştığı sporculara fayda sağlamış olsa da Melissa’nın ihtiyaçlarını tam anlamıyla karşılamıyor. Sonuç hedefleri yerine süreç hedefleri belirlemek fizyoterapi seanslarındaki disiplini için faydalı olsa da, dönüşü sonrası sakatlanmakla ilgili hissettiği kaygı hala orada ve bundan başka bir şey düşünemiyor. Bu noktada psikoloğu, teknikler üzerinden kurguladığı bu yaklaşımdan biraz uzaklaşıp kaygısını, bu sayede de kendisini daha iyi tanımasını gerektiren Sokratik bir yaklaşım kullanmaya karar veriyor. Yani bilginin zaten insanın içinde olduğunu, kendisinin sadece bu bilginin doğmasına eşlik ettiğini söyleyen Sokrates’in yaklaşımı. Artık terapinin odağı tekrar sakatlanmanın Melissa için ne anlam ifade ettiğini anlamak, müzikle ilişkisini değerleri ve kim olduğu üzerinden sorgulamak, ve bununla yüzleşmesini sağlamak.
Terapi sürecinin akışını değiştiren bir seans geçiriyorlar. Önce psikoloğu, Melissa’dan kendisi için çok önemli bir insanı düşünmesini istiyor, Melissa babasını seçiyor. “Farz edelim ki elimizde bir zihin okuma makinesi var ve baban da seni düşünüyor: karakterini, nasıl bir insan olduğunu, nelere değer verdiğini ve bu hayata ne için geldiğini. Babanın seninle ilgili ne düşünmesini isterdin?” Gerçekten değer verdiğimiz başka bir insanın, bizim hakkımızda düşünmesini istediklerimiz aslında olmak istediğimiz kişiyle çok iç içe. Kim olmak istiyorsun sorusu karşısında direkt cevaba gitmek, kaybolmaya biraz daha müsait olsa da, düşünce sürecinde araya başka bir bakış açısı almak, işleri kolaylaştırabiliyor. Bu egzersizle birlikte Melissa değerleri ve yaptıkları arasında büyük bir fark olduğunu görüyor. En basitinden, Melissa annesini çok seviyor ve ilişkilerine çok değer veriyor. Ama sakatlığının başında, onu fizyoterapiye götürdüğü sabahlar hariç, son 5 yıldır doğru düzgün hiçbir şey konuşmadıklarını yeni farkına varabiliyor. Sonraki seanslarda aslında hayatının sadece bir DJ olmaktan ibaret olmadığını, hayatının başka boyutları olduğunu ve bu boyutlara da en az mesleği kadar değer verdiğini sindiriyor yavaş yavaş. Bu süreç, sadece kendini daha iyi tanımasını ve annesiyle olan ilişkisini daha derinleştirmesini değill, aynı zamanda, hayatını tamamen çevresinde kurguladığı DJ kimliğininin yükünü azaltarak performans kaygısını ciddi oranda azaltıyor.
Alışılagelmişi değiştirmek çoğu zaman hızlı bir farkındalık ve onun getirdiğib çözüm şeklinde gerçekleşmiyor. Anlamlı ve kalıcı değişimler çaba ve süreklilik de gerektiriyor. Aslında spor psikolojisi de, insan psikolojisi demek ve bu yüzden, saha içinde kullanılabilecek psikolojik tekniklerden çok daha fazlası. Melissa’nın kendini derinlemesine tanıma süreci, beraberinde pişmanlık ve suçluluk gibi duyguları da getiriyor. Sonrasındaki terapi sürecinde, bu duyguları da bastırmadan tanıyarak, bir nevi yaşama sorumluluğunu eline almış oluyor. İyileşme sürecinde egzersizleri, olması gerekenden fazla yaparak, bir an önce performansa dönme çabasının da, aslında, hayatının diğer alanlarındaki Melissa’yla yüzleşmekten kaçma motivasyonu taşıdığını görüyor.
Bölümün başında bahsetmiştim, hareket halindeyken bizim için değerli olan ama bir yandan da odak ve çaba isteyen şeyleri geçip gitmek kolay geliyor. Başka bir şeyle meşgul olduğumuz bahanesiyle de, bu ıskalamanın bizde yaratacağı yükten sıyrıldığımızı düşünebiliyoruz. Ama aslında sıyrıldığımız bir şey yok, sorumluluğunu almaktan, anlamak için emek harcamaktan çekindiğimiz süreçlerimiz, sadece geçici bir süre için arka plana atılıyor ve orada gün yüzüne çıkacağı zamanı bekliyor. İçimizden başka gidebileceğimiz bir yön yok. Bu yüzden de, mental dayanıklılığı arttırmak demek daha kalın bir kabuk geliştirmek demek değil. Aksine, sporcunun kendini daha iyi tanıyarak, arkasına saklanacak bir kabuğa ihtiyaç duymadan farklı koşullara adapte olabilmesi demek. Bu kadar klişeleşmiş olmasının bir nedeni de doğru olması sanırım ama yaşanılan her zorlukta gelişim için bekleyen bir potansiyel var.
Performansın dış dünyadaki çıktısı bu kadar netken (maçlar, turnuvalar, konserler…) durup içe dönmek zor olabiliyor, ama öyle ya da böyle durduğumuz zamanları nasıl değerlendirdiğimiz tamamen bir tercih meselesi. Bununla ilgili çok güzel bir yazı vardı, endurance sporlarında acı ve mazoşizm arasındaki ilişki üzerine. Dean Karnazes isimli bir koşucunun hikayesi ve insanın durup içine dönmemek için neler yapabileceğini çok güzel gösteren bir hikaye, kesinlikle başarı ve anlam ilişkisine farklı bir açıdan bakmamı sağlamıştı. Sonraki haftalarda Dean’in hikayesine odaklanan bir bölüm de sözüm olsun.
Kaynaklar:
Wadey, R., & Griffiths, L. (2019). Reactions to return to the decks: Melissa Scruton, a professional disc jockey. In The Psychology of Sport and Performance Injury (pp. 130-147). Routledge.
Wadey, R. & Day, M. (2022) Challenging the status quo of sport injury psychology to advance theory, research, and applied practice: An epilogue to a special issue, Journal of Applied Sport Psychology, 34:5, 1029-1036, DOI: 10.1080/10413200.2022.2100006
Wiese-Bjornstal, D. M. (2019). Sociocultural aspects of sport injury and recovery. In E. O. Acevedo (Ed.), Oxford encyclopaedia of sport, exercise, and performance psychology (pp. 841–863). Oxford University Press.
Comments