top of page

Rekabet ve Oyun Felsefesi

  • Yazarın fotoğrafı: Gorkem Bilenoglu
    Gorkem Bilenoglu
  • 6 Mar 2024
  • 8 dakikada okunur


  • Önceki bölümlerde bol bol hikayeler üzerinden, çoğunlukla spor psikolojisinin iyi oluş kısmı ve özellikle profesyonel spordaki bazı zorlu süreçler üzerine konuştuk. Bu başlıkları sadece profesyonel spora, hatta spora indirgemek zor çünkü tartışmalar spor çevresinde de dönse aslında daha varoluşsal ve insanı ilgilendiren meselelerdi bence. 


  • İlk sezonu kapatırken, neler konuştuk kısaca bir hatırlatayım. Birinci bölümde konuştuğumuz, anlattığım hikayelerin hemen hemen tümüne sirayet eden performans anlatısı ve içinde bulunduğu kültürdeki diğer tüm alternatif hikayeleri nasıl sessizleştirdiği bence en önemli noktaydı. Bu anlatının nasıl paradoksal bir şekilde, zaman zaman, performansın önündeki en büyük engel olabileceğinden de aslında sonraki bölümlerde bahsetmiş olduk. Sadece performans odaklı bir spor felsefesinin zaman zaman durabilmeyi, durağan geçmek zorunda olan süreçleri suçluluk ve rahatsızlık hissetmeden geçirebilmeyi, yardım isteyebilmeyi, ve keyif alabilmeyi zorlaştırdığı zamanlar var. Bunlar da hem iyi oluşun, hem de sürekliliğin önündeki en büyük tehditlerden. 


  • Spor psikolojisinin iyi oluş kısmına, hikayeler üzerinden, mental sağlık farkındalığıyla ilgili tarafa daha çok odaklanmışken, son bölümde de kendi hikayemi, sporla ilişkimi ve bir bakıma oyun felsefemi anlatmak isterim. Bunu da, yeni literatürün en tartışmalı kavramlarından, şimdiye kadar anlattığım tüm hikayelerde sanki alttan alta eleştirilen bir kavram üzerinden yapmayı seçtim: rekabet. 


  • Spor ve rekabetin ilişkisi bence hem çok ilkel hem de oldukça kompleks. Şimdi başlangıç çizgisini milyon yıl önceden alıp evrimsel psikolojiye girmeyeceğim. Rekabetin sporda da, spor dışında da seviyeyi yükselten, verimliliği arttıran bir yapısı var ve kümülatif bir şekilde daha yüksek standartları teşvik ediyor. Herhangi bir spor dalında bundan 30 yıl önce oynanan oyunu ve şimdiki oyunu aklınıza getirin. Rekabetin bir sonucu olarak beslenme düzenlenlerinden antrenman tekniklerine, geliştirilen becerilerden kullanılan ekipmana kadar sporu ilgilendiren her alt başlık için büyük kaynaklar ayrılıyor ve en üst seviyelerin öncülüğünde, akademik çalışmalar direkt olarak pratiğe dökülüyor. 


  • Elit sporda istatistiğin öneminin her geçen gün artması ve en detay, eskiden bırak veri sahibi olmayı, veri talep etmenin bile akla gelmeyeceği nüansların istatistiğinin çalışılması, rekabet içerisinde yüzde bir de olsa avantaj yakalamak için arka planda milyonlarca dolarlık yatırımlar yapılmasına sebep oluyor. Bütün bu gelişmeler sayesinde de, sadece sporcular ve takımlar değil oyunlar da, zaman içinde rekabet dengesini yeniden kuracak şekilde evrim geçiriyor. Tüm bu süreci en güzel özetleyen örneklerden biri, üçlüklerin basketbolu değiştirmesidir heralde. 


  • Üçlük çizgisi ilk kez NBA’e 1979’da geliyor ve o zamanlar uzaktan atılan şutlar ödüllendirilmeyen riskler, o yüzden de pek kullanılmıyor. Kural yürürlüğe girdikten sonra bile üçlük denemek cazip bir opsiyon olarak görülmüyor, hatta NBA’in 90’larda 3 sayılık atışları teşvik etmek amacıyla çizgiyi potaya biraz yaklaştırması bile pek bir etki yaratmıyor. Çünkü ligde istikrarlı bir şekilde üçlük atabilen çok sayıda basketbolcu yok. Ama istatistiğin spora daha çok dahil olması ve spor endüstrisinin de büyümesinin rekabete etkisiyle şöyle bir matematik önem kazanıyor: 3 sayılık denemelerde %33’lük bir başarı, 2 sayılık denemelerde %50’lik bir başarıya tekabül ediyor. 


  • Sadece 10 yıl önce, NBA takımları bir maçta ortalama 22 üçlük denerken, D-league takımlarından Vipers, Daryl Morey’nin planıyla maç başı yaklaşık 50, yani NBA ortalamasının iki buçuk katı fazlası üçlük kullanarak ligin hücum lideri oluyor. Bu keşfin pratiğe dökülmüş olması, oyunun değişimine büyük bir ivme kazandırıyor ve NBA’de üçlük kullanma ve bu üçlükleri sayıya çevirme istatistikleri çok hızlı bir şekilde artıyor. Artık hiçbir takım üçlükleri göz ardı ederek rekabetçi olamayacağı için, basketbolcuların geliştirdiği beceriler, antrenmanlar ve daha uzun bir zaman içinde basketbolcuların fiziksel özellikleri de adapte oluyor. Eskiyle kıyasladığımızda NBA’de artık el hassasiyeti çok daha önem kazanmış durumda ve birçok takımın oyun stratejisi şutörlerine rahat üçlük kullanabilecekleri pozisyonlar yaratmak üzerine.


  • Rekabetin içkin olarak insanın ilgisini çekişi de bu noktada devreye giriyor. Profesyonel spor endüstrisi devasa ve pazarlanan en büyük ürünler de aidiyet ve rekabet. Yine basketboldan bir örnek; dünyanın en kapitalist ekonomisinde, yaklaşık 11 milyar dolar değer biçilen NBA’in bu kadar eşitlikçi ve bu kadar sosyalist bir yapıya sahip olmasının sebebi de yine rekabeti korumak. Spordaki bu rekabet insanlığın fiziksel sınırlarını yukarı taşıyor, daha önce imkansız olarak görülenin günün normali haline gelmesini sağıyor, ve taraftardan amatöre, başka türlü bir ortaklık kurması çok zor olan milyonlarca insanı aynı değerler çevresinde birleştiriyor. 


  • Tabii, sıkça konuştuğumuz gibi madalyonun diğer yüzü de var. Rekabetin bu kadar artması demek aynı zamanda sporcuların sahip olduğu yerin eskisi kadar sağlam olmaması da demek. Bütün sistem, sporculara yerinin her an kendisinden daha hızlı, daha güçlü, daha dayanıklı ya da daha yetenekli başka biri tarafından doldurulabileceği ve bu yüzden de hata yapma riskinin çok daha az olduğu mesajını veriyor. Bu da spor çevresinde gelişen olumsuz duyguların bir numaralı kaynağı.


  • Yani rekabet, diğer birçok kavram gibi objektif olarak iyi ya da kötü değil. Toplumsal olarak rekabetin oluşturduğu daha geniş kalıplar olsa da, rekabeti algılayış biçimimiz gerçekliğimize dönüşüyor aslında. Mesela bazı oyuncuların stresli koşullarda performansında ciddi bir düşüş olurken, bazılarının sadece etkilenmemekle kalmayıp bu atmosferden beslenerek daha iyi oynaması gibi, koşulların yorumlanışıyla gerçeklik buluyor. Tabii bu rekabetin daha kısa zaman dilimine yansıması. Büyük resimde rekabet bir sporcunun kariyerini kurgulaması ve sürdürmesi süreçlerinde de belirleyici oluyor. O zaman kendiliğinden pozitif ya da negatif olmayan rekabetin, bir sporcu için anlamı nasıl belirleniyor?


  • Bu sorunun cevabında kilit, bence otantik olabilmekten, kendi hikaye ve değerlerini farketmekten ve bunları oyununa yansıtabilmekten geçiyor. Rekabetçi sporun içindeyken, bir rekabet felsefesine sahip olmamak diye bir seçenek yok. Sadece şöyle bir fark var, rekabete kendi değerlerini, kendi hikayesini yansıtamayan kişi aslında başka birilerinin rekabet anlayışı içinde hareket ediyor. Başarılarını, tatminlerini, çabalarını ve hayal kırıklıklarını kendine ait olmayan bir değer yargısı üzerinden yaşıyor. Bu da denklemde manevi bir boşluk bırakıyor ve zorluklarla karşılaşıldığında güç alabileceği, ya da somut başarılar gelmediğinde sırtını yaslayabileceği anlamlı ve kendine has bir mentaliteden mahrum bırakıyor kişiyi. 


  • Sanırım en çok da bu yüzden, herkese reçete gibi dağıtılan kalıp psikolojik yaklaşımlara mesafeli hissediyorum. Bir sporcuyla çalışırken, genellikle oyununu çevresinde kurduğu değerleri kendisinin tanımlamasını isterim. Bu süreçte de dayanıklılık, yaratıcılık, yetenek gibi kavramların nasıl kişiden kişiye farklı anlamları olabildiğini ve ancak kendi hikayeleri içindeki tanımları üzerinden çalışmanın anlamlı ve etkili olduğunu gördüm. Hikaye ve kavram ilişkisine daha yakından bakmak için yetenek anlatıları üzerine konuştuğum 5. bölüme de bir göz atabilirsiniz. Buna bir örnek oluştururken, bugün en yakından erişimim olan hikayeyi seçmek istedim, o da kendi hikayem. Oyun ve sporla ilişkimde merkeze koyduğum kavram olan rekabet üstünden benim bakış açımı yansıtmak istedim. Umarım sizin de tutkuyla yaptığınız işlerde hangi değer yargılarından yola çıktığınız ve bunların size ne anlam ifade ettiğiyle ilgili dikkat kesilmeniz için bir vesile olur.


  • Her çocuk gibi, ben de çevremi oyun oynayarak tanıdım ve hem yaşıtlarım hem de kendimden büyüklerle oyun aracılığıyla sosyalleştim. Ailem, özellikle de baba tarafım oyunlara çok düşkündür ve oynanan oyun ne olursa olsun ciddiye alınır. Sanırım ilk ciddiye aldığım oyun, dedemle kurduğum ilişkinin de temelini atan, basit bir kart oyunu olan piştiydi. Kart saymak ve oyun boyunca hangi kartın kaç kere çıktığını aklımda tutmak, valeyi kullanmak için geç kalmamak ya da erken davranmamak,ve dedemin tepkilerinden ya da attığı karttan, bir sonraki kartı tahmin etmek çok heyecanlı gelmişti. Oyunumu güçlendirmek için babam, amcam ve dedemin oyunlarını karşılaştırıp aralarındaki stil farkları anlamaya çalışırdım. Ama beni oyuna asıl bağlayan şey, birbirlerine karşı da oynasalar rakipleri 7 yaşındaki Görkem de olsa, oyunu aynı ciddiyetle oynamalarıydı. Bu, 10 oyundan, şansımın çok yaver gittiği 1 oyunu ancak kazanmak demek olsa da, karşımdakinin beni yenmek için elinden geleni yapması anlamına geliyordu. Bu da tamamen oyun oynadığımız anın içinde olmamız ve birbirimizin oyununa saygı duymamız demekti. 


  • Herhalde bu yüzdendir, bilerek yenilmek ya da oyunu ciddiye almadan öylesine oynamak beni çok rahatsız eder ve zaten pek de yapamam. Elinden gelenin en iyisini yapmakta hem kendinin hem de rakibinin ayırdığı zamana karşı duyulan bir saygı var. Oyun oynamayı bir dili konuşmaya benzetirsek,  karşımdakiyle nitelikli bir sohbet edebilmenin yolu elimden geldiğince kendimi açıkça ifade etmekmiş gibi hissediyorum. 


  • Oyun konseptinin her yaştan insanı bu kadar cezbetmesinin sebebinin, bizi basit bazı kurallarla bulunduğumuz ana sıkı sıkıya bağlaması olduğunu düşünüyorum. 21’de biten bir basketbol maçı için akşamüstü parkta toplanan 6 insanı düşünün. Bu 6 kişi bambaşka hayatlar yaşıyor, günlük hayatlarında başka şeylere kafa yoruyor, başka ilişkiler yaşıyor ve başka zorluklarla karşılaşıyorlar. Ama 3e3 maç bir kere başladıktan sonra, dış dünyada olup bitenler bir süreliğine askıya alınıyor. Dünya bu kısa süre için takım arkadaşlarının güçlü yönlerini ortaya çıkaran bir oyun kurgulamak, doğru anlarda kendi becerilerini ortaya koymak ve karşı takımın planını uygulamasını zorlaştırmaktan ibaret oluyor. 


  • Bu aynı James Cameron’ın Avatar’ı gibi. Bir süreliğine farklı bir evrene geçiş yapıyorsun ve bence güzel olan o süre içinde o evrenin dilini konuşmak, yaratıcılığını o evrenin değerleriyle ifade etmek ve yine oyunda olduğun süre boyunca oyun kurallarının senin gerçekliğin haline gelmesine izin vermek. Benim rekabet tanımım, Avatar evrenine geçtiğim zamanlardaki iletişimin kalitesi. Eğer o evrene zaman ayırmaya karar vermişsem, çevremin inceliklerini keşfetmek, diğer avatarların bu evrene neler getirdiğini anlamak ve kendimden bu evrene katabileceklerimin sınırlarını keşfetmek isterim. 


  • Oyunla bağımın güçlenmesi ilk başta takım sporlarında ya da karşılıklı oynanan bireysel oyunlardaki rekabetçi duygularla oldu. Ama sporun psikolojik ve stratejik tarafı daha çok kaya tırmanışı yapmaya başlamamla birlikte önem kazandı. Tırmanıştan önce de, yeni sporları denemeyi seven ve farklı düzlemlerde problem çözme kısmından zevk alan biriydim. Tabii ki rekabetin ve kazanmanın getirdiği egosal bir tatminin etkisini yadsıyamam ama beceri geliştirme ve yaratıcılık kısmı ilgimi çekerdi. Ama sporla olan ilişkimi, o zamana kadar benim için taşıdığı anlamla rekabet çevresinde kurgulamışken, bireysel yapılan ve aslında kendimden başka kimseyle yarışmadığım bir sporla böylesine bir bağ kurduğumda değerlerimi daha da yakından tanıma fırsatım oldu.


  • Tırmanış detayların sporu. Daha önce hiçbir sporda deneyimlemediğim bir vücut farkındalığı istiyor, özellikle fiziksel limitime yakın tırmandığım rotalarda küçücük bir vücut pozisyonu değişikliği devasa farklar yaratabiliyor. Bunun yanında psikolojik olarak da tırmanışı daha önce yaptığım sporlardan ayıran bir nokta var. Herhangi bir spora ilk başladığınızda, edinmeniz gereken bir beceriyi sıfırdan inşa edersiniz ve tekrarladıkça bu beceriyi harekete dökmek daha otomatik bir hale gelir. Deneme yanılma sürecinde başarısız olmak da, sadece oyunun içinde bir anlama sahiptir. Mesela futbol topuna ayak içinizle kontrollü bir şekilde vurmayı öğreniyorsunuz: topu istediğiniz yere istediğiniz hızda gönderememek, sadece futbol evreni içinde anlamlı ve istenmeyen bir çıktı.


  • Ama düşmek istememek, sonradan öğrendiğimiz bir şey değil. Derinlik algısı oluşmuş bir bebeği yüksek bir yerin kıyısına koyduğunuzda rahatsız olur ve ağlamaya başlar. Yüksekten düşmenin bir ihtimal olduğu durumlarda otomatik olarak kasılırız ve o durumdan en kısa sürede kurtulmanın yolunu ararız çünkü düşmeye bu şekilde tepki vermeyen atalarımız çok da uzun yaşamamış ve nesillerini devam ettirmemiştir. Tırmanışta bilinçli bir şekilde en ilkel tepkilerimizden biriyle ilgili tersine bir öğrenme söz konusu. Tırmanabilmek için, önce düşme ihtimali olan bir durumda hareket edebilecek kadar konforlu hissetmeyi öğrenmek gerekiyor. Vücudun hayatta kalmak için sunduğu keskin algıları ve dikkati, problem çözmeye ve vücut farkındalığına aktarmak gerekiyor. 


  • Tırmanışın fiziksel ve mental becerileri kesintisiz ve çok boyutlu bir şekilde talep eden bir spor olması da, tamamen şimdide kalmayı gerektiriyor. Geçmişle ilgili bir pişmanlığa ya da gelecekle ilgili bir kaygıya ayrılabilecek bir kaynak olmadığı için açık algılarla, şimdide kendinizle başbaşa kalıyorsunuz. Benim için rekabet, tırmanıştan önce başkasına karşı öğrendiklerimi en iyi şekilde uygulamakla daha çok ilgiliydi. Tırmanışla çok uzun süre geçirip bu yolla kendimi tanıdıktan sonra, öğrenmeyi daha iyi öğrenmekle ilglili kendimle rekabet ettiğim bir süreç içine girdim. Böyle bir rekabet algısı, oynadığım bütün oyunlara hatta günlük hayatıma bile net bir şekilde yansıdı. 


  • Kayada bir rotaya tırmanmaya başlamadan hemen önce o rotadan beklentimi belirlerim. Bu her zaman rotayı bitirmek olmak zorunda değil, bazen düşene kadar hamle denemek, bazen de nabzım yükseltmeden tırmanmak gibi hedefler koyarım. Böyle bir yaklaşım, başka sporlarda ya da günlük hayatımın performans vermemi gerektiren alanlarında sürece daha çok bakabilmeme yardımcı oluyor ve beni öğrenmeye daha açık bir hale getiriyor. Daha önce ilgimi çekmeyen bir çok spor dalındaki problem çözme stillerini görebilmeme ve bunların birbiri arasındaki geçişlerini yakalayabilmeme fırsat sağlıyor. Sonradan tanıdığım ve benim için spordan aldığım keyfi üst seviyeye çıkartan bir keşfe de ön ayak oldu bu bakış açısı. O da en az kazanmak kadar keyif aldığım, dezavantajlı ya da geride olduğumu hissettiğim durumlarda performansımı aynı kalitede tutabilmenin verdiği tatmin. 


  • Rekabetçi tarafımı seviyorum, ve farklı yönlerini hala tanımaya devam ediyorum. Oyun sevgisi yüksek biriyle otantik bir rekabet içinde olmaktan aldığım keyfi ve bu tarz bir rekabetin yarattığı öğrenme ortamını çok değerli buluyorum. Kendi başına yapılan işlerin de bu kalitede bir ilişkiyi kendi kendimizle kurmanın en güzel yolu olduğunu düşünüyorum. 


  • Çokça kişisel tecrübeye ve görüşe yer verdiğim bir bölüm oldu. Bölümü hazırlarken ilham aldığım ve örneklere katkı sağlayan kaynakları açıklamalara ekliyorum. Kapatırken bir kez daha altını çizmek isterim, bu rekabetin benim hikayemdeki yeri. Sporla, ya da oyunla kurduğunuz ilişkide, merkezde rekabet yerine başka bir kavram oturuyor olabilir ya da rekabet sizin hikayenizde bambaşka bir anlama sahip olabilir. Benim değerli bulduğum, sporla ilişkimizde kilit rol oynayan, hatta zaman zaman romantize ettiğimiz kavramları, kendi hikayelerimiz içinde keşfetmenin getirdiği derinlik. Sonuçta yaptığımız şey ne olursa olsun, hepimiz anlam arayan canlılarız. 


  • Performansa dair zihinsel süreçlere, bazı mental becerilere ve bu becerileri farkındalığına dair bir sezon tasarlıyorum. Umarım arayı çok açmadan tekrar burada buluşuruz. Bölümlerle ilgili düşüncelerinizi ve tecrübeleriniz bana iletmeniz benim için güzel bir motivasyon kaynağı oluyor, bunu da sona ekleyeyim.

 
 
 

Comments


© 2024 by Görkem Bilenoğlu, MSc. 

bottom of page