Dayanıklılık Sporları ve Mazoşizm: Dean Karnazes
- Gorkem Bilenoglu
- 3 Şub 2024
- 7 dakikada okunur
Bölümün başlığının biraz click bait gibi durduğunu farkındayım ama merak etmeyin, altını doldurdukça daha anlamlı bi hale gelecek. İkinci bölümde, Melissa’nın hikayesi üzerinden sakatlık süreçleriyle ilgili konuşurken, bazı kültürlerde bazı anlatılarda durmanın ne kadar zor olabileceğinden bahsetmiştim. Melissa yaşadığı bir hamstring sakatlığı sonucu performanstan mecburen uzak kalınca, kendini bu sefer iç dünyasında bir yolculukta bulmuştu. O hikayeyi yazarken de, anlatırken de kafam sık sık Dean Karnazes’e gitmişti, akıl almayacak işlere imza atmış bir koşucu kendisi. Zaten o zaman da bir bölümü ona ayırmak istediğimi söylemiştim. Bugün de Dean’ın sıradışı hikayesini konuşurken, başarı, motivasyon ve süreklilik gibi kavramlara olan bakış açıma değinmek isterim.
Dean arkadaşlarıyla şık bir gece kulübünde 30. yaş gününü kutluyor. Gece ilerleyip alkol yavaştan kana karışmaya başlayınca, kendini alımlı bir kadınla flört ederken buluyor. Bu durumun farkındalığı, ona anlık bir aydınlanma sağlıyor. Kurumsal yönetici kıyafetleri, 30’una basışı ve karısını aldatmak üzere oluşu, kurduğu hayatın aslında istediği hayat olmadığını ve bir şeylerin temelden değişmesi gerektiği hissiyatını veriyor ona. Dean izin isteyip arka kapıdan sıvışıyor ve gecenin karanlığında koşmaya başlıyor.
Neredeyse 15 yıldır koşmadığı için başta zorlanıyor ama bunun hayatında önemli bir nokta olduğunu ve koşmaya devam etmesi gerektiğini hissediyor. Sabaha karşı 4 sularında boxerıyla yarı-sarhoş bir halde, ve 24km kadar güneydeki Daly adında bir kasabada, durumun absürtlüğüne rağmen koşmaya devam etme kararı alıyor. Sonunda güneş doğduğunda, Dean 7 saatte yaklaşık 48 km mesafe kat ettikten sonra, bilincini kaybetmenin eşindeyken karısını arıyor ve gelip onu arabayla almasını istiyor. Julie, Half Moon koyuna ulaştığında Dean’ı taş kesilmiş bir halde buluyor ve eve dönüş yolunda Dean arabada bayılıp kalıyor.
Bu geceden sonra toparlanması birkaç haftayı alsa da, kendini yeniden doğmuş hissediyor. Takip eden 15 senede inanması güç koşular tamamlıyor. Bunların arasında 50 dereceleri bulan, nefes almanın bile güç olduğu koşullarda 217 km’lik Badwater Ultramaratonu’nu kazanmak, -25 derecede Güney Kutbu’nda maraton tamamlamak, ve Times Meydanı’nda bir koşu bandı üzerinde 24 saat boyunca hiç durmadan 207 km koşmak var. Bana mı çok absürt geliyor bilmiyorum, koşucu arkadaşlar beni bu noktada bir dürtebilir, ama 80 saat 44 dakika boyunca hiç durmadan 563km koşmuş olmasının nasıl mümkün olduğunu ben tam olarak algılayamadım. Bir ölçek olması için, Beyoğlu’yla Anıtkabir arası yaklaşık 420km.
Dean 2006’da 50/50/50 olarak bilenen North Face Endurance Challange’ı tamamlıyor: 50 günde 50 eyalette 50 maraton. New York’taki son maraton öncesi, eve dönüp ailesiyle zaman geçirmeyi iple çektiğini söylese de ertesi gün bir anda fikri değişiyor. Eve dönüp dinlenmek yerine koşmaya başladığı nokta olan St. Louis’e, yaklaşık 2100 km’lik mesafeyi, koşarak dönmeye karar veriyor. Bazı kaynaklar bu kararın ardında New York Maratonun’da süresinde 7 saniyelik bir fazlalığın onun mutsuz edişinin olabileceğini söylüyor, ama tabii aklından tam olarak neler geçti bilmiyoruz.
Bu noktada Dean Karnazes, sanki suni deri altında paslanmaz metal ve bakır kablolardan oluşan bir robot gibi geliyor kulağa. Çelik gibi iradesi de herhalde gerçekten çelikten diye düşünüyorum. Neyse ki onun da insan olduğunu hatırlatacak hikayeleri de var. Otobiyografisinde, kariyerinin başlarında yaptığı 80 km’lik bir ön eleme koşusunu anlatıyor. Maraton koşmaya alışık vücudu ilk yarıyı rahatlıkla geçirse de, 60. Km’den sonrasını, uyuşukluğu ve gittikçe dayanılmaz bir hal alan acıyı bastırarak koşuyor ve bir şekilde bitişe ulaşıyor.
Madalyasını alıp arabasına bindiğinde vücudu ondan intikam alırmışçasına çok güçlü bir spazm geçirmeye başlıyor, ve camları kapalı olduğundan kimseye sesini duyuramadan acı içinde kıvranıyor. Uzuvlarının kontrolünü kaybedip şiddetli bir şekilde direksiyona kustuktan bir süre sonra tekrar kendine geliyor ve bir şekilde evine ulaşıyor. Julie’ye gününü “Hayatımda yaptığım en zor şeydi ve her dakikasına aşık oldum.” diyerek anlatıyor.
Bu “no pain no gain” anlatısı Dean Karnazes ile hayat bulmuş yeni bir mantra değil. Ama otobiyografisinde yazdıkları ve röportajlarıyla, Dean’ın hayat hikayesini birleştirince, başarı ile tatmin olmanın olanaksızlığı ve hayatı acı çekme üzerinden anlamlandırmanın yükü dikkat çekiyor. Zaten tatminin de, kendisi için koşmak ya da kazanmak değil, bitiş çizgisini, bir insanın ölüme en çok yaklaşabileceği noktaya gelmişken geçmek olduğunu söylüyor. Fiziksel kapasitesinin doruklarındayken, günde yaklaşık dört saat uyuyor ve 10 yıllık süreçte koşudan en fazla artarda 3 gün uzak kalabiliyor. 4. gün daha fazla dayanamayıp 39.5 derece ateşle koşu ayakkabılarını giyiyor. Açık açık da söylüyor “Dinlenmek bende gerçekten çok stres yaratıyor.”
Başarıyla karmaşık ilişkisini belki de en iyi gösteren olay Badwater Ultramaratonu’nu tamamlayamadığı gün, ki sonradan bu yarışı tamamlamakla kalmıyor kazanıyor da. Yazın ortasında anormal sıcaklıklar sebebiyle dünyanın en zor ultramaratonlarında biri olarak gösterilen bu koşuda, Dean bitiş çizgisini göremeden bilincini kaybediyor. Yarış sonrası hissettiklerini tarif olmayan bir yıkım olarak anlatıyor ve diyor ki: “Bu başarısızlık hissine dayanmak zorunda olmaktansa ölmeyi tercih ederdim.”
Peki Dean için durmak neden bu kadar zor? Tekrar tekrar kendini daha çok acı çekeceği durumlara sokması ve aldığı dozu bir sonraki sefer için yeterli bulmaması neden? “Benim bitiş çizgim çam gövdesinden yapılmış bir kutu olacak” sözleri size idealize edilesi bir dayanıklılık ilahını mı çağrıştıyor, yoksa devam etmekten başka çaresi olmayan, özgürlüğünü yitirmiş bir bağımlığıyı mı? Belki de ikisini birden çağrıştırıyordur…
Amacım böyle bir kariyere burun kıvırmak değil, zaten haddim de değil. Ama bir spor psikoloğu olarak bu demeçlerde beni rahatsız eden noktalar var. Özellikle endurance sporları mental disiplinin çok ön planda olduğu performans biçimleri. Vücudunuz durmanız için sizi ağrı, acı, kaşıntı, uyuşukluk gibi sinyallere boğarken devam etmenin dayanıklılık ve irade gerektirdiği su götürmez bir gerçek. Ama mental dayanıklılığın, bence daha da kritik olan bir başka boyutu var, o da esneklik ve adaptasyon. Hemen açıklıyorum.
Mühendisler bazen dayanıklılığı arttırmak için sert yerine daha yumuşak materyeller kullanır. Darbe aldığında böyle bir mataryel çelik gibi istifini bozmadan duramaz. Ama darbeler süreklileşince ya da ağırlaşınca sert madde yamulur, hatta kırılırken; esneklik özelliği olan mataryel darbeyi emer ve bu etki ortadan kalktıktan sonra hemen eski haline döner. Mental dayanıklılığını artıran kişi de, bence darbe aldıktan sonra daha kolay ve daha hızlı bir şekilde optimal performans durumuna dönen kişidir.
Sağlam bir mentaliteyi, dış faktörlerden etkilenmemek ve sarsılmamak olarak tanımlamanın sadece bir ilüzyon olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu gezegende yaşayan bir insansanız, darbe almamak, sarsılmamak gibi bir olasılık yok, dayanıklılık bu sarsıntıdan sonra verilen tepki ve süreçle ilgili. Bu ilüzyon mental dayanıklılığın duygulara yer vermemek ve onları susturmak olduğu ilüzyonuyla da aynı kaynaktan çıkıyor ve varoluşumuzla taban tabana zıt olduğu için patlamaya hazır bir bombaya benziyor. Bu bomba patladıktan sonra ortalığı temizlemek çok daha zor, o yüzden işler iyi giderken iyi yapılanların nasıl iyi yapıldığını, ve gözlerimizi kaçırdığımız yerde nelerin bizi beklediğini bilmek, bizi asıl hazırlayan ve dayanıklı kılan çalışma oluyor.
Eğer 90’lı yılların sonuna doğru Karnazes ile çalışma fırsatım olsaydı, koşunun onun için anlamıyla ve acı çekmeye bakış açısıyla ilgili konuşmak isterdim. Sadece bu bilgilere dayanarak, koşmaya devam ederek atlatamayacağı bir sorunla karşılaştığında çabuk kırılacağını ve toparlamasının zor olacağını düşünürdüm. Ve açıkçası bu üst düzey performansın sürekliliğiyle ilgili endişe duyardım. Durduğu zamanlarda neler düşündüğünü, nasıl hissettiğini ve kendine neler söylediğini sorardım. Tabii bu hisleri daha önce başka hangi zamanlarda hissettiğini de…
30. doğum günü Dean’in ilk kez koşuya çıktığı gün değil. Koşuyla küçük yaşlarda tanışıyor ve ilk maratonunu koştuğunda henüz 14 yaşında. 14 yaşı, aynı zamanda birkaç sene sonra evleneceği lise aşkı Julie ile de tanıştığı yaş. Her şey yolunda giderken, çok da başarılıyken, bir anda antrenörüyle tartışıp koşuyu tamamen bırakıyor ve neredeyse 15 yıl boyunca bir daha koşmuyor. Sporcu olmanın hayatına getirdiği düzen ortadan kalkınca, bazı sorunlar yaşamaya başlıyor. Derslere sarhoş bir şekilde geldiği için art arda iki okuldan atılıyor. Aynı zamanda evde erkek kardeşiyle sürekli büyük kavgalar ediyor.
Bir de en yakın arkadaşım dediği kız kardeşi Pary var. Pary, Dean’ı koşması için her zaman destekliyor ve sevdiği şeyi yaptığında mutlu olacağını, o bağı koparmaması gerektiğini düşünüyor. 18. doğum gününde Pary, Dean yaz okulu için evden uzaktayken, geçirdiği bir trafik kazasında hayatını kaybediyor, ve onun sözleriyle, hayatında katlanması çok güç bir boşluk bırakıyor.
Pary’nin ölümü sonrası önce durumu kabullenemiyor Dean, sonrasında kızgınlık ve arkasından belki de arka planda hep devam eden bir suçluluk duygusu. Bir ihtimal ki, Dean’ı bu kadar kararlı ve dayanıklı bir endurance sporcusuna dönüştüren duygusu bu suçluluk. Eğer Pary’yi kaybetmenin acısıyla bir şekilde başa çıkabiliyorsa, bu acının fiziksel dünyada eşi benzer olamayacağını göre, başka herhangi bir formdaki acıyı da kaldıramaması kabul edilemez. O yüzden de dinlenmeyi ya da başarısız olmayı belki de kız kardeşini hayal kırıklığına uğratmak gibi görüyor ve böyle anlarda kendini değersiz hissediyor.
O gece, karısını aldatmaya çok yaklaşmış olmanın verdiği suçluluk, belki de yıllarca içinde tuttuklarını tetikliyor ve hareket edemeyecek hale gelene kadar bir nevi kendini cezalandırıyor Karnazes. Cezayı veren de çeken de kendisi, o yüzden cezanın yükü arttıkça ve o bu cezayı kaldırmayı başardıkça iki taraflı bir tatmin yaşamaya devam ediyor. Belki de o yüzden kendine “King of Pain” diyor, yani acının kralı.
Burada vurguladığım şey, sonuçlardan çıktılardan bağımsız, tamamen süreç ve verilen mesaj. Günün sonunda Dean Karnazes birçok başarıya imza atmış bir koşucu ve yazar. Yaptığı koşular sayesinde binlerce insana yüz binlerce dolar yardımda bulunmuş biri. Bunun yanında, hayatının sorumluluğunu almış, mataryel anlamda konforlu ve zengin yaşamının çerçevesinin dışına çıkmış. Hikayesi, medyada sıkça yer alışı, yazdıkları ve yaptığı koşularla yeni nesil ultramaratonculara da örnek ve ilham olan bir insan.
Bu güçlü kaynakların süreci tamamen bir kenara atan, bunun yerine sonuç ve acı çekmeye dayanan bir koşu motivasyonu portresi çizmesi, bende kısıtlayıcı bir bakış açısı hissiyatı uyandırıyor. Her ne olursa olsun en başta, Dean küçük bir çocukken sahilde koşturmaktan keyif aldığı için koşmaya başladı ve bu yüzden başarılı oldu. Hatta antrenörüyle tartışıp koşudan uzaklaşmasının sebebi de, koşularını bir kronometre ile ölçmek istememesiydi. Lisede, kumlarda koşup kız kardeşiyle gün batımını izleyen Dean 20 sene sonra, dayanıklılık sporları ilgisini çeken genç sporculara dolaylı olarak “öz değer, sporda alınan somut çıktılarla ilişkilidir.” mesajını vermek ister miydi?
Karnazes’in hayatını değiştiren gece koşusu, bana Forest Gump’ı hatırlattı. Forrest da aslında duygularını şimdide yaşayan, ve içinde bulunduğu ana uyum sağlayan bir karakter. Onu genelde karmaşık duygular içinde değil de, daha çocukça, çok basit ve direkt tepkilerle görüyoruz. Forrest, çocukluk aşkı Jenny bir süredir yanındayken, ilk kez geceyi onunla birlikte geçiriyor ve onunla evlenmek istediğini söylüyor. Ama Jenny, o daha sabah uyanmadan evi terk ediyor. Forrest belki de film boyunca, ilk kez başa çıkamadığı duygularla karşı karşıya ve başbaşa kalıyor. O da çocukken akran zorbalığıyla, ya da Vietnam’da ölümle karşılaştığında ne yaptıysa onu yapıyor, ve gömleği ve kumaş pantolonuyla ne kadar süreceğini bilmediği bir koşuya başlıyor. Ayı Karnazes’in karmaşık duygularına verdiği tepki gibi.
Skorlar, süreler, yapılan sözleşmeler, kazanılan devasa paralar profesyonel sporda bu kadar ön plana çıkmışken, sporun özünü yani sporcuların insanlıklarını ve hayat hikayelerini unutabiliyoruz. Onları bu kadar başarılı kılanın, aslında küçük yaştaki saf merakları, ve aldıkları keyiften başka hiçbir şeyi düşünmeden sporlarıyla geçirdiği günlerin, haftaların ve yılların değerini küçümseyebiliyoruz. Ama birçok başka sporcu gibi Karnazes de muhtemelen, düşünsel olarak zorlandığı bir anda, çocukluk arkadaşı koşuya sığındığı için olduğu noktaya geldi. Kronometreye sıkışmak istemeyen çocuğun koşu sevgisi sayesinde, kronometrelere meydan okuyabilecek becerileri geliştirdi.
Dean Karnazes’in hikayesi birçok noktadan incelenebilir, yorumlanabilir ve bugün bahsettiklerim bunlardan sadece biriydi. Sportif başarının sadece ve sadece süreçten alınan keyifle anlam kazandığını düşünen biri olarak bu bakış açısına yer vermek istedim. Aynı spor hikayelerinin dönüp dönüp farklı ambalajda sunulduğu bir zamanda alternatif hikayelere ve yorumlara yer veren bir kitaptan bugünün konusu da. Bildiğim kadarıyla Türkçe çevirisi yok, ismi sizi yanıltmasın “Winning At All Costs” kitabın adı, yani her koşulda kazanmak. Karnazes’in ve birkaç tane daha alanını domine etmiş spor figürünün hayatlarının diğer yüzünü anlatan, etik değerleri ve sporculuk anlayışına ışık tutan, başka bir spor kitabı bence, açıklamalarda bulabillirsiniz.
Kaynaklar:
Paul Gogarty & Ian Williamson, Winning At All Costs - Sporting Gods and Their Demons, The Pain Game p. 39-65
Dean Karnazes, Ultramarathon Man: Confessions of an All-Night Runner
Comments